Kartalkaya’da yaşanan felaket hepimizin kalplerinde yoğun bir üzüntü ve yalnızlık duygusu yarattı. Bu yazının yazıldığı tarihte facianın üstünden 43 gün geçmişti ve henüz bir “sorumlu” ortaya çıkmamıştı. Denetimsizlik, kayıtdışılık, ihmaller zinciri ve çıkar ilişkileri ile örülü bu faciada sorumlu ararken aynı zamanda toplumun, “etik” Zeliha Burtek hocamızın söylediği haliyle “yaşam felsefesi” dolayısıyla “ahlakını” yitirdiğini de konuşmaya başladık.
Bu yaşananların kişisel olarak her birimize değen hali ise “kendi etiğimiz”. Popüler kültürün bir parçası, imaj üreticileri olarak bizler (reklamcılar, dijital pazarlamacılar, halkla ve kurumsal ilişkiler uzmanları ve marka danışmanları -ezcümle hepimiz) bir toplumsal etkiye sahipsek, iş etiğimizi, yine Zeliha Burtek hocamızdan ilham alarak, “iş felsefemizi” dolayısıyla “iş ahlakımızı” konuşmaya başlamamız gerekmiyor mu? Eğer sorunuz evet ise, bu yazı iğneyi içinde yaşadığımız sisteme , çuvaldızı ise biz imaj üreticilerine batırmayı hedefliyor.
1970’lerden itibaren kapitalizmin bir bütün olarak önemli bir yapısal dönüşüm geçirdiği bugün genel kabul gören bir yaklaşım halinde ve bu dönüşümü anlamlandırmaya yönelik ciddi bir entellektüel hareketlilik var. Bu dönüşümün bir kopuş mu yoksa kapitalizmin niteliğinde bir değişime mi işaret ettiği uluslarası literatürün ana tartışma başlıklarından biri olsa da, değişimin bilgi teknolojileri temelli olduğu kabul edilen bir gerçek. Bugün “yeni dünya düzeni” olarak bahsedilen – özellikle Trump’ın Amerika’da iktidara gelmesi ile birlikte genel olarak politika üretimindeki etkilerini gördüğümüz bu değişim çok yönlü ve hepimizin hayatına dokunacak kadar derinlikli.
Düşünürler, içinde yaşadığımız çağa dair Bilgi Toplumu, PostModern Toplum, Paydaş Kapitalizmi gibi bir çok isimlendirme yapsa da, bu dönüşümün ana hatlarını tartışabilmemiz için 3 önemli ortak özelliği bu yazıya etkisi çerçevesinde konuşabiliriz. İlki hiç kuşkusuz, yukarıda da bahsettiğimiz gibi dönüşümün bilgi teknolojileri temelli olması. Ancak bu sadece “bilgi”nin metalaşması sürecini işaret etmiyor, aynı zamanda “bilgi”nin erişimi, dolaşımı, hızı ve biçimleri ve de üretimi gibi alanlarda bambaşka pratikler oluşmasına neden oluyor. Bu anlamda “birbirimizle nasıl ilişki kurduğumuzu değiştirerek” toplumsallığımıza etki ediyor. Eskiden, mahallede, okulda, ailede ve toplum tarafından ortak bir mekan ve zamanda konsensusa varılmış davranış biçimleri ve bilgi alma yolları ile belli bir ‘toplumsallıkta’ yaşarken, bugün “dijital dünyanın” kendine has, mekandan ayrışan, zamanı da esnekleştirerek kullanan bir halini hepimiz deneyimliyoruz.
Bu çağın “insan” üzerinde yarattığı başka bir etki “bireyselleşme”. Bunun bir “özneleşme” (kendi kararlarına alabilen, kendi iyi olma halini önceleyen, bağımsız, hareket eden bir varlık olma) değil, dünyanın yükünü üstüne almış, geçmiş ile gelecek bağlantısı kopmuş bu anlamda insanı yalnızlaştıran bir varolma biçimi mi yarattığı önemli bir tartışma olarak duruyor. Richard Sennett ve Zygmunt Bauman gibi düşünürler, “hayatın fragmanlar halinde yaşanan, bir yaşam anlatısı oluşturmayan, hızlı ve akışkan halin yeni toplumsallığımıza denk düştüğüne dikkat çekiyor. Çevrenizde sizler de bakın, ilişkiler hemen yaşanıp bitiyor mu ya da hep bir toplumsal rol olarak mı yaşanıyor, steril bir birbirine değiş ile derinliğini kaybediyor mu, öyle ise burada “zamanın ruhunun” bir etkisi var mı?
Bireyselleşme ile birlikte bu çağın insana bir etkisi de “esnekleşme”. Bu sadece iş yapış biçimlerimizin esnekleşmesini değil.”Günün mottosu” esnekleşmenin birbirimiz ve kendimizle ilişki kurma biçimimizi nasıl değiştirdiğini Richard Sennet “Karakter Aşınması” kitabında çok güzel aktarıyor. Sennett’ kişiliğimiz ve karakterimiz arasındaki farka dikkat çekiyor ve karakterimizin, rutinlerin kaybolduğu, her şeyin yeni, her şeyin esnek, her şeyin her an kaybolabilir olduğu bir dünyada var olmanın yarattığı ‘aşınmaya’ dikkat çekiyor.
Zamanın ruhu, esnek, parçalı, bağ kurmayı ve rutini sevmeyen, hemen yıkmak, sormadan yapmak isteyen Elon Musk’a benziyor ve insanı, algısı ve kafası karışık, hayatı fragmanlar halinde yaşayan, yaşam anlatısı oluşturamayan dikkati dağınık bireylere dönüştürüyor Evet, tarihin bu noktasında, yaşanan dönüşümün yarattığı böyle bir ‘toplumsallık’ içindeyiz. Peki biz ne yapacağız? Yazının spotunda bahsettiğim gibi bu yazıda çuvaldızı “kendimize” batırmaya niyetliyim.
2024 yılının son ayında Avrupa Parlementosu “Sosyal Medya Bağımlılık Yasası’nı” ezici bir çoğunlukla kabul etti. Bugün sayısız bilimsel araştırmanın gösterdiği üzere, özellikle 0-6 yaş arası ekranla tanışılması da dahil olmak üzere çocuklar ve gençlerde ekran bağımlılığının hem beyin gelişimlerinde hem psikolojik ve sosyal gelişimlerinde çok ağır sonuçları var. Bu yasa çok temel bir uyarıyı içeriyor. “”Hiçbir öz disiplin, Yani bireyler ve çocuklar kendi başlarına Big Tech”in (büyük teknoloji şirketleri) sizi ekranınıza yapıştırmak için tasarımcı ve psikolog orduları tarafından körüklenen hilelerini yenemez. Eğer şimdi harekete geçmezsek bunun gelecek nesillerin ruh sağlığı ve beyin gelişimi üzerinde etkisi olacak.”
Gelecek nesillerin yaşamlarına etkisi olacak bu önemli konuyu biz ne kadar konuşabildik? Sadece ebeveynler değil, biz imaj üreticileri, dijital pazarlamacılar, reklamcılar, halkla ilişkiler uzmanları olarak içinde bulunduğumuz ve üretilmesine katkıda bulunduğumuz bilişim teknolojilerinin etkilerini ne kadar tartışabiliyor, işimizin “etik” kısmına bu gözle bakıyoruz? Yoksa “dikkat ekonomisi” gibi bir kavramsallaştırmanın ardına sığınıp, dikkatleri satmaya hazır mıyız? Sektörümüzün bunu konuşmuyor olması da bizim kendi etik sorunumuz değil mi? Belki ortada bir yangın yok, ama geleceğimizi tehdit ettiği konuşulan bu etkiyi görmezlikten gelmeye devam mı edeceğiz? Yani hepimiz Kartalkaya da olduğu gibi otomobilleri kurtarmanın derdinine mi düşüyoruz.
Son olarak bir de konkur konusu var. Sanırım son dönemde sektör içindeki tartışmaların en önemlilerinden biri, bir çok önemli ajansın dahil olduğu Konkura Hayır Platformu. Sevgili @Hisar Uyar ve @Baturay Elönü’nün aktif olarak yönettiğini gördüğüm bu grup bir çok etkinlik yaptı, ancak yeterince sektörün dikkatini çekemedi. O zaman sorumuzu soralım: Fikir, Strateji, Konumlandırma, Slogan gibi görece maddi emek sonuçlarına sahip olmadığını kabul ettiğimiz bu hizmetleri hem ajans hem marka tarafları olarak görmezlikten gelmeye devam mı edeceğiz? Kendi emeğine sahip çıkamayan imaj üreticilerinin çocukların geleceğine sahip çıkmasını mı bekleyeceğiz? Bu soru hepimizin iş etiği ile ilgili.
Evet, toplumsallığımız hızlı bir biçimde değişiyor, Ulrich Beck’in deyimi ile çözümlerin yeni sorunlara yol açtığı bir çağdayız. Peki biz bu toplumsal koşullarla ve onlara rağmen kendi etiğimizi koruyabilecek miyiz? Yoksa ancak felaketler ortaya çıktığında suçlu mu arayacağız.
Bu soru ben dahil bütün imaj üreticilerine.